gelisenbeyin.net Ana Sayfa
Forum Anasayfası Forum Anasayfası > Bilim ve Teknoloji > Bilim ve Teknik
  Yeni Mesajlar Yeni Mesajlar
  SSS SSS  Forumu Ara   Kayıt Ol Kayıt Ol  Giriş Giriş

Bilim ve Teknik Dergisine Sorulmuş İlginç Sorular

 Yanıt Yaz Yanıt Yaz
Yazar
  Konu Arama Konu Arama  Konu Seçenekleri Konu Seçenekleri
gelisenbeyin Açılır Kutu Gör
Yönetici
Yönetici
Simge
gelişime dair ne varsa.. Yahya KARAKURT

Kayıt Tarihi: 01-Ocak-2006
Konum: Istanbul
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 4737
  Alıntı gelisenbeyin Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Konu: Bilim ve Teknik Dergisine Sorulmuş İlginç Sorular
    Gönderim Zamanı: 22-Nisan-2007 Saat 00:10
Bilim ve Teknik Dergisine Sorulmuş İlginç Sorular ve Cevapları

Çok ilginç sorular var eminim çoğu sizinde kafanızı kurcalayan sorulardır..

---------------------------------

Kar neden beyaz renklidir? Öğretmenimiz cevabını veremedi. (Merve Yazıcı)

Bir elma kırmızı görünür, çünkü elma yüzeyi ışıktaki renklerin çoğunu yutar ve sadece kırmızı ışık gözümüze yansıyınca elma yüzeyini kırmızı olarak görürüz. Benzer şekilde, bir kar kristalinin üzerine güneş ışığı düştüğünde güneş ışığı kar kristali tarafından bir kaç kez saçılır. Işığın hiçbir kısmı diğerine nazaran daha fazla yutulmaz, ve saçılmaz. Böylece, ışıktaki tüm renkler eşit olarak geri yansıtıldığından karın rengi güneş ışığı gibi beyaz olarak görülür.

Mikdat Kadıoğlu

---------------------------------

Hava sıcaklığı, atmosferin üst tabakalarına doğru çıkıldıkça güneşe yakınlaşılmasına rağmen neden azalır? (Özlem Karaoğlu)

Çok soğuk bir havada yakılan ateşin başında otururken, ateşle yüzünüz arasındaki hava oldukça soğuk olduğu halde yüzünüzün çok sıcak olduğunu hissettiniz mi? Ateşten ışınımla gelen enerji, havanın kendisini çok az etkileyerek yüzünüze transfer olmuştur. Yüzünüz, bu enerjiyi yutarak onu ısı enerjisine çevirip ısınmıştır, ama içinden geçtiği hava yüzümüz gibi ısınmaz. Benzer şekilde, güneş ışınları havadan geçerken havayı ısıtmaz.
Yeryüzüne ulaşan güneş ışınları yeryüzü tarafından yutulduğu için yer yüzeyi ısınır. Yeryüzüne temas eden hava da yeryüzünden itibaren ısınmaya başlar. Özetle, güneş yeryüzünü; yeryüzü de havayı ısıdır. Bu nedenle, güneşe uzaklık ve yakınlık önemli değildir. Benzer şekilde mevsimlerin oluşumunda da güneşe yakınlık değil, bulunduğumuz noktaya gelen güneş ışınlarının dikliği rol oynar.
----------------------------
Evrim teorısiyle yakından ilgiliyim ve merak ettiğim konu ise insanların neden kıyafet giyme ihtiyacı duymuş olmaları ve böyle bir gereksinimi ne zaman farketmişler? şimdiden teşekkürler (Sinem Sidar)

İnsanların giyinme ihtiyacı, modadan ya da örtünmeden önce doğa koşullarından korunma gereksiniminden ortaya çıkmıştır. Paleolitik çağda yaşanan buzul dönemleri sırasında sıcaklığın dayanılmaz derecelere düşmesi, insanları avlanan hayvanların postlarını giyecek olarak kullanmaya itmiş olmalı. İnsanı Güneş’in yakıcı ışınlarından ya da kışın dondurucu soğuğundan koruyan giysiler, el aletlerinin gelişmesiyle birlikte kaba formlarından çıkıp gittikçe incelikli işçiliğe de sahip oldular.

Gökhan Tok
------------------------------
İlk çağlardaki neolitik, mezolitik ve paleolitik devirlerindeki inanış ne idi? Hangi din(ler)e inanırlardı?(Eda Can)

Tek tanrılı dinlerden önce insanlar çok tanrılı inanışlara sahipti. İlkel insanlar doğada gördükleri ama açıklayamadıkları güçlere tanrılık atfettiler. Gökyüzü, yıldızlar, ateş, Güneş ya da onları etkileyen herhangi bir doğa gücü onlar için tanrısaldı. Bilinen en eski inançlardan biri “ana tanrıça” kültüdür. Doğurganlığı, bolluğu ve bereketi temsil eden ana tanrıça fikri, isimleri bölgelere göre değişse de aynıydı. Kibele, Artemis, İştar, Astoreth ya da İnanna, ana tanrıçanın isimlerinden yalnızca birkaçı. Çok tanrılı inanışların en çok bilinen örnekleri Eski Mısır ve Eski Yunan’da karşımıza çıkıyor. Doğa güçlerinin kişileştirildiği bu dinlerde her tanrı ya da tanrıça ayrı bir gücü simgeliyordu. Eski Mısır’da Osiris, İsis, Seth, Hathor, Ra, Amon gibi büyük tanrıların yanında firavunların da tanrı olduğuna inanılırdı. Eski Yunan’daki belli başlı tanrıçalar ve tanrılarsa Zeus, Hera, Apollon, Poseidon, Hades, Afrodit, Hermes idi. Benzeri çoktanrılı inanışlar farklı tanrı ya da tanrıça isimleriyle dünyanın her yerinde görülür. Eski Türklerse şamanist inanca sahipti. Buna göre iyiliğin temsilcisi, en büyük tanrı olan Gök Tanrı’ydı. Kötülükse, yer altında yaşayan Erlik Han adıyla kişileştirilmişti.
Tek tanrı inancının yerleşip yaygınlaşmasıyla bu dinler terkedildi.

Gökhan Tok
-----------------------------
İnsan dünya üzerindeki varlığını ne kadar zamandır sürdürmektedir?

İnsanın evrimi, halen uzun ve derin tartışmalara yol açan bir konudur. İnsanın bir “tür” olarak “Homo sapiens” halini alıncaya dek geçirdiği evreler, hominidlerin (dik yürüyebilen hayvanların) fosil kayıtlarına göre şekillendirilmeye çalışılmıştır. Bu fosil kayıtlarına göre aşağıdaki gibi bir “insanlık tarihi” listeleyebiliriz:
Australopithecus: İlk hominid (insansı) olan bu tür, 2-3 milyon yıl öncesinin Afrika savanlarına aittir. Beyin büyüklüğü, modern insan beyninin 1/3’ü kadardı. Yüz hafifçe ileri çıkık, çenenin ucundaki çıkıntı ise yoktu. Dişlerinin şekli modern insanınkine çok benziyordu. Australopithecus robustus daha ilkel bir form idi, vücut ve beyin olarak daha az gelişmişti. Australopithecus africanus ise daha iri bir vücut yapısına sahipti (yaklaşık 160 cm boyunda ve 60 kg ağırlığında), ilkel taş aletler yapabilmişti, avcılık yapmaya başlamıştı ve çok büyük bir ihtimalle konuşma yeteneği de kazanmıştı.
Homo habilis: Alet yapabildiği ve kullanabildiği bilinen ilk hominiddir.
Homo erectus: Pekin veya Java adamlarını da içeren bu tür, 1,5 milyon yıl önce Homo habilis’den evrimleşmiştir. H. erectus ateş yakabiliyor, avcılık yapıyor ve barınaklarda yaşıyordu. Ilkel sayılan Java adamlarında yamyamlık da görülüyordu. Yaklaşık 1000 ml’lik bir beyine sahipti (modern insanda beyin yaklaşık 1375 ml’dir).
Homo sapiens: Modern insana çok büyük benzerlikler gösteren ilkel H. sapiens varyasyonları Heidelberg insanı, Swanscombe insanı, Steinheim insanı ve Weimar insanı’nı içerir.
1. Neandertal insanı: 130 000 – 30 000 yıl önce yaşamıştır.
2. Cro-Magnon insanı: 90 000 yıl önce yaşamıştır.
Homo sapiens’e ait en eski fosiller, Almanya’daki Neander vadisinde bulunan Neandertal insanına aittir (130 000 – 30 000 yıl öncesi). Modern insan ile karşılaştırıldığında, daha geniş ve çıkık bir göğüs kafesine, daha iri bir kaş bantına, daha güçlü bir çeneye ve biraz daha büyük bir kafatasına ve beyine sahipti. Neandertal insanlarının alet yapabiliyor ve kullanabiliyor olmalarının yanısıra, ölüleri için gömü törenleri yaptıkları da bilinmektedir. Hayvan derilerini giysi olarak kullanmış, mağaralarda yaşamış ve ateşi kullanmıştı. Tamamen modern fosiller ise, günümüzden 90 000 yıl kadar önce yaşamış olan Cro-Magnon insanına aittir (Güney Fransa). Cro-Magnon ve Neandertal insanları bir arada bulunmuş olmalarına rağmen, ilginç olarak, sadece Cro-Magnon insanı modern gen havuzuna katılımda bulunabilmiş, Neandertal insanı ise modern gen havuzuna katkıda bulunamadan ortadan kalkmıştır.
Yani, kısacası, Homo sapiens sapiens türünün yaklaşık 45.000 yıldan beri dünya üzerinde var olduğunu söyleyebiliriz.

Deniz Candaş
---------------------------
İlk dillerin farklılaşması nasıl olmuştur? Ayrıca, zencilerin siyahlaşması nasıl oldu? (Sümeyye Coşkun)

Yaşayan her dil, büyük bir çeşitliliğe ve bolluğa sahip. Her dilin, benzer kavramları veya düşünceleri açıklama ve ifade etme şekli farklı. Bunda bir sürü etken var. Örneğin insan toplulukları birbirinden uzak alanlara yerleştikçe, belirli bir süre içerisinde bazı kavramlar da bu topluluklara has bir anlam kazanmaya başlıyor. Kişisel şive farklılıkları, zamanla toplulukların geneline yayılıyor ve birbirine yakın topluluklardan öteye geçemiyor. Bunun sonucunda da, bir topluluğun bünyesinde şekillenmeye başlayan dil, diğer bir topluluğun bünyesinde şekillenenden farklı bir karakter kazanıyor. Nihayetinde de, her iki topluluk kendine has bir dil geliştirmiş oluyor.
Dillerin farklılaşmasında diğer bir önemli etken ise argolar. Tabii ki burada meslek argolarından, yani jargonlardan bahsediyoruz. Sadece meslekler için geçerli olmayıp, belirli kültürel birlikler ve hatta farklı yaş grupları arasında bile belirli jargonlar ortaya çıkıp yerleşebiliyor. Böylece de, aynı toplum içerisinde bile dilde ufak tefek farklılıklar ortaya çıkıyor. Dillere katılan yeni kelimelerin çoğu, belirli argolar halinde ortaya çıkıyor ve daha sonra kabul görerek dile yerleşiyor.
Bir üçüncü etken ise, farklı kültüre sahip toplumların bir araya gelmesi. Bir araya gelen gruplar farklı dillere bile sahip olsalar, birbirleriyle anlaşmak zorunda kalacaktır. Bu nedenle de, belirli bir süre sonra bu farklı diller ortak bir noktada birleşecektir. Tabii ki bu birleşim sonucu ortaya çıkan dilde, her etnik grup kendi yerel lehçesinin belli özelliklerini ön plana çıkaracaktır. Sonuçta şekillenen dil de, başka bir yerde bir araya gelen herhangi iki etnik grubun veya grupların şekillendirdiği dilden farklı olacaktır.
İlk dillerin ortaya çıkışı ise, bunlardan çok farklı değil. Belirli özelliklere veya yeteneklere sahip olan insan topluluklarının bir araya gelmesiyle birlikte, bu gruplar kendilerine has dillerini geliştirdiler. Yani en başta bile, birden çok dil vardı (poligenezis). Daha sonra insan toplulukları yer değiştirdikçe, yeni alanlara yayıldıkça, bu göçler sırasında birbirlerinden ayrıldıkça ve yeni gruplar bir araya geldikçe de dillerin şekillenmesi devam etti. Bir başka yaklaşım ise, en başta tek bir dil olduğu (monogenezis) ve daha sonra yer değiştirmeler sonucunda, yukarıda anlattığımız şekilde farklı dillerin ortaya çıktığı.
Ancak kesin olan bir nokta, ilkin insanların bizim anladığımız karakterde bir dile sahip olmadıkları. Belirli durumlar için mutlaka birbirleriyle sözlü olarak anlaşıyorlardı, fakat bu muhtemelen düzgün ve anlamlı kelimeler yoluyla değildi. İnsanın evrimi ilerledikçe, bu ilkin sesler de anlamlı kelimelere dönüştü. Sonuçta da “konuşma” ve “dil” şekillendi.
Burada bahsettiğimiz şey, konuşmadan sorumlu olan organların gelişimini tamamlaması. Yani dil, damak, farinks ve ses tellerinin son halini alması. Bunların zamanla gelişimini bir bebekte de görebiliyoruz.
Gelelim ikinci sorunuza... Zencilerin ten renginin siyah oluşu, derilerindeki Melanin pigmentinin yoğunluğuyla ilişkili. Koyu ten rengi ise, yaşadıkları bölgelerdeki ortam koşullarına sağladıkları uyumun bir sonucu. Afrika koşullarını bir düşünelim: ekvatora yakınlığı nedeniyle güneş ışınlarının en dik olarak ulaştığı bölge. Sıcak hava koşullarının yanında, yer şekilleri ve bitki örtüsü de “koyu” bir ten rengini gerektiriyor. Dünyanın kuzey ve güney bölgelerinde ise (ekvatora göre), bu koşullar söz konusu olmadığı için ten rengi daha açık. Ten renginin koyuluğu, sadece güneşten korunmanın bir gerekliliği değil, aynı zamanda güneş ışınlarının yoğunluğunun bir doğal sonucu. Güneş ışınları, MSH hormonunun salgısını arttırıyor ve vücutta Melanin sentezi hızlanıyor. Ayrıca güneş altında uzun zaman kaldığınızda ten renginize ne olduğunu da düşünün. İşte tüm bu etkenlerin varlığı, zaman içinde gen havuzuna yerleşiyor ve ortam koşullarına en yüksek uyum, ırkların temel özelliklerini şekillendiriyor.
__________________

Gelişimin adresi...
Yukarı Dön
 Yanıt Yaz Yanıt Yaz

Forum Atla Forum İzinleri Açılır Kutu Gör

Bulletin Board Software by Web Wiz Forums® version 9.50 [Free Express Edition]
Copyright ©2001-2008 Web Wiz